Sayın Başkan, İstanbul Teknik Üniversiteliler Birliği'nin Sayın Üyeleri,
Değerli konuklar,
Bugün burada İstanbul Teknik Üniversiteliler Birliğinde sizlerle buluşmak beni çok mutlu etti.
Beni çok eskilere götürdü. Düşündüm ki Ömer ağabeyim sağ olsaydı, o da sizin bir üyeniz olacaktı ve beni o karşılayacaktır.
Ağabeyim Ömer İnönü İstanbul Teknik Üniversitesine 1942'de giriyor. 1946'da mezun oluyor.
Çocukluğumda ondan üniversiteniz hakkında çok hikayeler dinlemiştim.
Meşhur hocaları Prof.Ratip Berker'in adı çok sık geçerdi. Ne olduğunu pek iyi bilmiyordum ama Mekanik Analız dersinin hocası olarak ondan ben bile korkardım. Bilmiyorum aranızda onun öğrencisi olma şansına sahip olan var mı. Onlar beni çok iyi anlarlar.
Bu imkanı sağlayan İstanbul Teknik Üniversiteliler Birliği Başkanı Sayın Serap Çatalpınar'a ve çok değerli komşumuz Aykut Tülümen'e teşekkür ederim.
Ben Cumhuriyetimizin ilk kuşağı dediğim Cumhuriyetin ilk on senesinde doğan bir çocuğum.
O dönemde Kurtuluş Savaşı yeni kazanılmış nihayet barışa kavuşulmuş, her evde hala isimsiz bir kahraman yaşıyor. Senelerden beri imparatorluğun dört bir yanında yapılan ve hep yenilgi ile biten savaşlar artık sona ermiş büyük bir zafer kazanılmıştı.
Genç Türkiye Cumhuriyeti emekleme çağındaydı. Her gün yeni bir devrim yaratılıyor. İmkansız gibi görülen yeni bir eser ortaya çıkıyordu.
Bir mucize gerçekleşmekteydi. Toplumda “herkes benim de mucizede bir payım olsun” istiyordu. Büyük bir heyecan yaşanıyordu. Kendimize güveniyorduk. Başımızda Atatürk olduğu müddetçe her zorluğu yenecektik.
Ben ve benim yaşıtlarım işte böyle bir heyecan ve ümit dolu dünyaya geldik.
Ayrıca kaderin bir cilvesi olarak ben babamın İsmet Paşa’nın evinde gözlerimi açtım.
Etrafımda olanların bilincine vardığım yaşlarda annemin, babamın, ağabeylerimin yanında Atatürk'ü de buldum.
Ben 7 Şubat 1930'da dünyaya gelmişim.
Ben doğar doğmaz babam müjdeyi en yakın arkadaşına vermiş.
- Paşam bir kızım oldu.
Beraberce bana isim buluyorlar. Özden!
Böylece, ben aynı anda ikisinin hayatına girmiş oluyorum.
İlk anılarıma dönersek hep ikisi de var yanımda..
- 1933 Cumhuriyet 10. Yılı. (3.5 Yaşındayım) - Voroşilov. Film.Rus Ekip - Belgesel. Babam konuşuyor. Hep Atatürk'ten bahsediyor.
- Kazım Özalp Paşa'nın kızı Neriman hanımın nişan töreni 10 Kasım 1933
- Kalabalık bir salon, ve sahibesinin başı açık. Diğer hanım misafirler şapkalı. Erkekler çizgili pantolonlu, siyah kıyafetli, bir kaç tanesi askeri üniformalı, biz ailece oradayız.
Ağabeylerim annemin dizinin dibinde. Ben babama sokulmuşum. Boyumun ulaştığı yerden etrafımda olanları seçmeye gayret ediyorum.
- Sıralanmış insanların arasında Atatürk'ü seçiyorum.
***************
- Ağabeylerimin sünnet düğünü.
- Büyük yemek odasına pirinç karyolaları indirmişler, gecelik gibi uzun beyaz gömlekler giymiş ağabeylerim.
- Bir ara bir telaş Atatürk aramızda...
- Bütün konuklar ağabeylerime hediye getiriyorlar. Bana niye getirsinler.. derken Kazım Özalp Paşa'nın hanımı bu da senin için Özden diye bana bir bebek uzatıyor...
- Tarih 27 Eylül 1934 (4.5 yaşındayım)
Biraz büyüyüp içinde yaşadığım bağ evini keşfetmeye başlayınca hep duyduğum:
- Atatürk arzu etti diye ilave edilen büyük yemek odası (arkadaşları ile gelip yemek yemesi için)
- Atatürk gene arzu ettiği için ilave edilen balo salonu (toplantılar yapabilmesi için)
- Gene o arzu ettiği için bahçede dikilen ağaçlar, çiçekler, yapılan yollar.
Nereye baksan orada Atatürk'ü görüyorum.
Ve işte ben hep bunların içinde yaşadım.
- Bazı günler telefon çalar, yukardan arıyorlar denir, annemi isterlerdi. Yukarısı denilen Cumhurbaşkanlığı Köşkü. Araya değişik zamanlardaki adı ile, Gazi Paşa, M.Kemal Paşa, veya Atatürk olurdu.
Biz onu merdiven başından izlerdik!
- Pembe Köşk'e gelişi.. Çocuklar nasılsınız? - Ülkü... Bu akşam...
- Akademik Yemekler
- Başkent Ankara - Ailelerin yerleşmesi lazım -
- Bize anlattıkları - Merak - Soru sormak -
- Afet hanım - Sabiha Gökçen ve Eşi Latif Hanım
- Vasiyeti.. Atatürk'ün döneminin eğitimi... Eskisi... Yenisi...
Örneğin; Babam kendi babasından Hacı Reşit Bey'den hep çok çekindiğini hatırlıyor. Hatta komutan olduğu zaman bile..
Onun için kendi çocuklarıyla arkadaş olmaya çalıştığını söylerdi. O çalıştı ama bizim ona olan saygımız ağır bastı. Sayardık, fakat çekinmezdik. Hayatımızın önemli kararlarında bizlere son söz hakkı tanıdı.
Ağabeylerim mesleklerini kendileri seçtiler. Ben de eşim Metin Toker'i...
Babam her zaman bizi kendi hayatının içinde tuttu. Meraklarını, zevklerini, bizimle paylaşmak istedi. Beraber kitap okuduk, beraber ata bindik, konsere gittik, yüzdük, film seyrettik. En önemlisi sofra başında birbirimize o gün yaptıklarımızı, anlattık, paylaştık. (Hesap sorma) havasında olmadan...
- Ben ilkokuldayken ödev hikayesi...
- Ama babam bize hiç kızmaz mıydı?
Kızardı. Devrimler konusunda çok hassastı.
- Erdal ağabeyimin hikayesi.. Eski Türkçe.. Başöğretmen Rasim bey...
- Dakik olmak. Önem verirdi. Olmamayı saygısızlık addederdi.
Babamın bizim şımarık çocuklar olarak büyümemizden çok korktuğunu sonraki yıllarda öğrendik… Pembe Köşk’te sofra arkadaşlarına bu korkuyu anlatırken duyduk.
“Genç bir subayken, zamanın bazı Saray ve Bab-ı Ali Erkanının çocuklarının birçok şımarık davranışlarını duyardık. Büyük bir şatafat ve azamet içinde dolaşırlar, bizim gibi insanlara hiç yüz vermezlerdi. Ama sonra harpte subay olarak yanıma geldiklerinde görevi ne kadar zor kabul ettiklerini gördüm.
Benim çocuklarımda böyle şımarık büyüyecekler, bir işe yaramaz insanlar olacaklar diye ödüm kopardı, ama şansım varmış böyle olmadılar.”
Şans mı? Marifet mi? Çocuklarını yetiştirirken, eğitirken uyguladığı yöntem, gösterdiği dikkat mi?
Ömer ağabeyime 29 Mart 1943’te yazdığı mektupta önemsediği konu ne?
Canım oğlum Ömer’im (19 yaşında Teknik Üniversitede)
Dün seni göndermek bize zor geldi. Sebat ettik; dayandık. Benim çocukluğum imkansızlıktan dolayı mahrumiyet içinde geçmişti. Senin gençliğin, imkanlardan kendini mahrum edeceğin için mahrumiyet içinde geçecek.
Vazife icaplarını hayatta her şeyden üstün tutan bir yolun yolcularıyız. Baban bu yol üzerinde yürümekten zararlı çıkmadı. Oğlum aynı yollardan geçsin dilerim.
Babam için doğruluk temel hayat felsefesi. Hep doğruyu söylemek. Genç eşine yazdığı ilk mektuplardan birisi:
“Bir defa yüreğime, senin söylediğin bir sözün doğru olmamak ihtimali gibi bir vesvese girerse, artık dünyada benim için huzur ve rahat kalmaz”.
Erdal ağabeyimle ilgili eğlenceli hikayeleri vardı. Hep anlatır gülerdi.
Bütün gayretlerine, hediyelerine rağmen Erdal’a “en çok seni seviyorum” dedirtememiş. O hep “annem” demiş.
Birde “Sen benim yaşıma gelince ben kaç yaşında olacağım” diye sorunca Erdal’dan “Sen o zaman çoktan ölmüş olacaksın” cevabını almış.
“Çocuklar riyakarlık bilmez, biz büyükler onlara ikiyüzlülüğü öğretiyoruz” derdi.
Ömer’in… Teknik Üniversitede talebe iken otomobille adam ezerek adam öldürmek hikayesi. Ağabeyimden bunun tümüyle uydurulmuş olduğunu duyduktan sonra hiç şüphesi, endişesi kalmıyor.
Babama hayatının son yıllarında soruyorlar.
Nasıl hep itibarda kaldınız? Diye..
Cevabı: “Halkıma hiç yalan söylemedim…”
Çocukları şımarık olmayacak, dürüst, doğru sözlü, inanılır, güvenilir olacaklar.
Bu birinci kural .
İkinci kural ise bir işe yaramayan insanlar olarak hayata atılmayacaklar. Sağlam eğitim görecekler. Çalışmanın değerini, zevkini bilecekler…
Babam ilim adamı olmanın değerlerini Erdal’a ne güzel ifade etmiş.
Erdal’a 1949’da: (23 yaşında)
“Bütün kuvvetimizi ve tesellimizi senin ilim adamı olarak yetişmene hasretmeye uğraşıyoruz. Var ol evladım, sıhhatin ile, neşe ile memlekete faydalı bir ilim adamı olarak yetişmeye çalış. İyi bir akademik tahsile ne kadar ehemmiyet verdiğimi bilirsin. Hepimiz öğrenme, hem de akademik ilim düşkünüyüz. Bunun zevki ve şerefi, aile içinde sana nasip olacak.Hepimiz seninle ayrıca iftihar duyacağız. Seçkin bir ilim adamı yetiştirmek bir aile için ne mutlu.
Cumhuriyetin ilk yıllarında, söz sahibi olur olmaz, toplumda gördüğü eksiklere, yanlışlara dikkat çekmeyi ve onları düzeltmeye çalıştığını görüyoruz.
1925’te bir konuşması:
“Arkadaşlar, ilimdeki eksik olanların toplanması tamam adamlar veremez. Bin yarım ve bin cahil, bir yarımdan daha faydalı olamaz, fakat daha zararlı olur. Bin yarım adam, bir tam adam değildir. Bilim kurumlarından çıkanlar daima iyi yetişmelidirler.
Siyasette ve yönetimde en zararlı şey, milletler ve toplumlar için telafisi en zor olan felaket yarım bilgili insanların yetki sahibi olmasıdır.”
8 Temmuz 1929’da bir konuşması:
“Bir toplumda her türlü suistimal meydana gelebilir ve her biri ayrı ayrı zararlıdır. Çekinilmeye değer, fakat suistimallerin en fenası, hayata yeni atılan öğrenciye haksız olarak not vermektir. Nedeni ne olursa olsun, haksız ve fena numara veren adama bir toplumda en büyük fenalığı yapmaya el atmış bir insan gözüyle bakmak gerekir. Fena öğrenci yetiştirmek, o öğrenciye hak etmediği halde numara vermektir.
Hayata yeni başlayan bir genç, zorluklarla karşılaştıkça kendi yeteneğinin ve eğiliminin dayanacağı yolu sonunda bulur. Bunu ona gösterecek olan ona numarayı verenlerin istikamet ve dürüstlüğüdür. Efendiler, elinde yanlış bir diploma ile topluma çıkan insanın ülkeye zararı sizin tasavvur edebileceğinizden çok fazladır. Bir toplumda en zararlı insan ehliyetsiz olduğu halde salahiyet sahibi olandır. Ehliyetsiz ve salahiyet sahibi insan öğrenciliği sırasında ıslah olmazsa yaşamın gidişi içinde güç ıslah olur. Bu insan bütün yaşamında bilimin, liyakatın ve çalışkanlığın düşmanı olacaktır.
Babam bu sözleri kendi tecrübesine dayanarak, çok içten ifade ediyor.
İlkokuldayken babama, hak etmediği notu vermeyip onu sınıfta bırakan matematik hocası Yüzbaşı Ömer efendiyi hep şükranla, minnetle anmış. Bu şekilde kendi yeteneğini ölçme imkanını bulmuş ve daha çok çalışarak sınıfının ve okulunun birincisi olabilmiş.
Babam bu yanlışlara çare olarak ne gördüğünü de 1938’de açıklıyor:
“İlköğretimi olmayan memlekette ortaçağ idaresi bütün şekilleriyle devam eder.
Resmi kanunlar ne derlerse desinler, ne haklar vatandaşlara tanınırsa tanınsın, hiç olmazsa ilköğretim derecesinde bilgi olmazsa haklar ve vazifeler canlanmaz. Gönüllere ve yüreklere sinip yerleşmez. Bilmeyen, siyasi ve ekonomik kudret sahiplerinin elinde ortaçağda olduğu gibi, köle hayatı sürer, asıl acıklı olan taraf da, bilmeyen kendi düşkün ve köle hayatına karşı duygusuz ve kayıtsız kalır. Hür vatandaşlardan birleşik bir millet olma çarelerinin başında ilköğretim çaresi vardır. Davayı bu kadar geniş ve derin mahiyetiyle görmeliyiz. İlköğretim davası insan olmak, millet olmak davasıdır. Hepimiz dava yolunda bu gözle ve bu anlayışla yürüyüp ilerlemeliyiz.”
Çalışkan olmak ta yetmiyordu. Bizim olumlu işler yapmamız, yalnız kendimize değil vatanımıza, milletimize hizmet etmemiz lazımdı.
Bu üçüncü kuraldı.
Ağabeylerime yazdığı mektuplarda hep vatan, millet sevgisini, hizmetini,sorumluluğunu aşılıyordu.
- Öğrenmenin yaşı yoktu. Yüzme, kimya, İngilizce, viyolonsel...
4. kural ise aile hayatımızın kıymetini bilmekti.
Aile hayatımıza hep önem verdi. Geleneklerine bağlı orta halli tipik bir Türk ailesi olarak yaşadık. Ramazanlarda Atatürk'ün masasında iftar sofraları kurulur, 5 vakit namaz kılınır... Gösterişten, abartılı hayattan çekindik. Hiçbir zaman onun korktuğu gibi “şatafat ve azamet içinde dolaşmadık” kendimizi kimseden üstün görmedik. Hesabımızı, kitabımızı hep bildik. Borçtan korktuk. Her şeyimizi paylaştık.
Hesabımızı bilmek konusunda size iki, bence çarpıcı, örnek vermek isterim.
Ömer ağabeyim 1946 tarihinde California Teknoloji Üniversitesinde Master yapıyor. Babam her mektubunda ondan para hesabını soruyor.
Hakkı olan öğrenci parasını muntazam gönderip, onunla idare edip, etmediğini kontrol altında tutuyor.
Ağabeyim araba almaya niyet edince işler karışıyor.
Babamın yazdığı mektuplardan bölmeler:
6 Aralık 1946
“Otomobil meselen hiç hatırımdan çıkmıyor. Fakat 1700-2000 dolar döviz asla bulamayız. Arkadaşların gibi bir eski otomobil bulmandan başka çaren yoktur.
Hallolmuş şeyleri tekrar etmemden sıkılma. Olmaz dediğim zaman ne kadar üzüldüğümü tasavvur edersin diye söylüyorum. Kolayca red etmediğimi bilerek müsterih olursun, sabrın artar. Herhalde kullanılır bir şey bulacaksın diye de ümitliyim.
Tarih 1949. Bu sefer Erdal ağabeyim de Caltech’te. “Keçi” adı verdikleri bir eski araba kullanıyor.
Ama Amerika’dan dönerken anlaşılan anneme bir kürk getirmeyi planlamış. Gitmiş. Aramış. Kendine göre uygun bir şey bulmuş. Beyaz ermin kap “tuvaletin üzerine omuza alınacak” şekilde tarif ediyor. 1.000 dolara.
Ağabeyim 21 Şubatta yazdığı bir mektupta annemin fikrini soruyor.
27 Şubatta cevap babamdan geliyor:
“Kürk hikayesini de okudum. Olacak iş değil! O kadar doları bulamayız. Hemen sözünü geri al. Senin bu kadarcık ihtiyat paran için üç senedir uğraşıyoruz. Hulasa, olacak iş değil.
İhtiyat parası da çok önemli….
Herhangi bir nedenle fazladan bir paraya ihtiyaçları olursa, kimseden borç almadan, bunu karşılayacak, yedekte paranın saklanması…
Ailemizin imkanları dahilinde bizi hep en iyi şekilde yaşatmaya özen gösterdi.
Sizinle babamla son bir anımı paylaşmak istiyorum. Babamın son günleriydi. Ümit kalmamıştı. Beni yatağının yanına çağırdı. Çömeldim, ellerinden öptüm. Bana uzun uzun baktı. Sanki gözleri, yüzü aydınlandı ve sadece...
- "Kızım" dedi.
Evet ben babam İsmet İnönü'nün kızıyım ve böyle olmaktan her zaman büyük onur ve sorumluluk duydum.
Ve hep öyle olacağım...
Babamı kaybettikten 10 yıl sonra Erdal ağabeyimin önerisiyle İnönü Vakfı Kuruldu.....
Amacımız, yaşadıklarımızı, sahip olduğumuz herşeyi kendimize saklamayıp sizlerle paylaşmaktı.
Bu sayede, aranızda bulunan birçok değerli dostlarımla buluşma imkanı oldu.
Bizi bir araya getirdiği için onlara ve sizlere teşekkür ederim.
Konuşmamı değerli büyüğüm Atatürk'ün bize söyledikleri ile bitirmek istiyorum.
"Merak edin, çok okuyun, çok çalışın, kendinize güvenin ve çok soru sorun"...
Bende şimdi sizin sorularınızı bekliyorum...